TOROSLARIN ZİRVESİNDEKİ ANTİK KENT: TETRA FRİGYA
Anadolu’daki antik kentler, genellikle ya bir deniz kenarında ya verimli bir ovanın içinde ya da savunulması kolay olsun diye yüksekçe bir tepenin üzerinde kurulur. Evet, yüksek rakımlı antik kentlerimiz var ama hiçbirisi Dağlık Kilikia bölgesinde, Orta Toroslar’ın zirvesindeki Tetra Frigya kadar bir yüksekliğe sahip değil. Dile kolay kent, tamı tamına 2170 metre gibi olağanüstü bir yükseklikte konumlandırılmış. Kenti gezdiğim süre içerisinde o dönemde, insanların bu yüksekliğe nasıl uyum sağlayabildiklerini uzun süre düşünmekten, kentin tarihi dokusuna hemen odaklanamadım doğrusu.
Mersin’in 74
km kuzey batısında, Torosların zirvesindeki Tetra Frigya antik kentinden
günümüze, ayakta kalmayı başarmış bir yapı maalesef yok. Kalıntılar arasında
gezerken, kentin hiç de yabana atılır bir büyüklükte olmadığına şahit oluyorsunuz.
Kentin ortasından geçen dere yatağının yamaçlarında, yüzlerce konut, kilise, sur
ve gözetleme kuleleri gibi yıkıntı halinde birçok yapı kalıntısına var.
Bugüne kadar yapılan araştırmalar, kentteki yerleşimin MÖ. 2. yüzyıldan başlayıp MS. 6. yüzyıla kadar devam ettiği yönündedir. Bu tarihler de bize, kentte Hellenistik, Roma ve Bizans dönemlerinde yaşamın olduğunu kanıtlar. Antik kent Dümbelek boğazı denilen geçide oldukça yakın. Bu boğazla ilgili tarihçilerin önemli görüşleri var. Büyük İskender’in Asya Seferi’nde Persler’i saf dışı bırakması için Anadolu’yu aşması gerekiyordu. Gülek ve Sertavul geçitlerinden başka Dümbelek boğazı da İç Anadolu’yu Akdeniz’e bağlayan geçiş yerlerinden biriydi. Bazı tarihçiler İskender’in Tarsus’a ulaşmak için, Gülek boğazını kullandığını savunurken, bazıları da Dümbelek boğazından geçtiğini savunur. Bu kanıtlanmamış bilgi hala tartışma konusudur.
Bu yükseklikteki bir kenti cazip kılan başka önemli özellikler de olmalı aslında. İlk aklıma gelen kentin ticaret, kervan ve göç yollarının üstünde olması. Yoksa insan yaşamını ve bitki örtüsünün gelişimini önemli ölçüde zora sokacak bu yüksek rakımda başka türlü yaşam sürmek pek mümkün olmazdı doğrusu. Tetra Frigya’nın kuzey-güney ve doğu-batı yönlü yollar üzerinde kurulmuş olması kenti önemli hale getiriyor. Kent, tarihte “Ura” diye adlandırılan serbest ticaret pazarlarından biri olacak kadar önemli bir büyüklüğe sahiptir. Bu kadar önemli yollar üzerinde olması da bize Tetra Frigya’nın, ticaretle iç içe bir şehir olduğunu düşündürtüyor.
Toroslarlar’ın zirvesinde harabe haline gelmiş bu antik kentin, günümüze gelene kadar hangi tahribatları geçirdiği hakkında elimizde bir bilgi bulunmamakta. Bu yıkım bir depremle mi yoksa savaşlarla mı gerçekleşti, bu soruların yanıtını bugün bilemiyoruz. Kentten günümüze ancak yapıların, kapı söveleri ve lentoları sağlam kalabilmiş. Bir de kentin mağara içerisinden gelen kaynak suyunun taşlara oyulmuş su kanalları kısmen sağlam kalmış. Bu su kaynağının çıktığı yer oldukça ilginç. Toplamda 150 metrenin üstünde yarım silindirik görünümlü bir mağaranın derinliklerinden gelen su kaynağı, antik dönemde çok güzel değerlendirilmiş. Mağaranın ağzından 40 metre içeride, su kaynağını temiz tutmak ve korumak adına, antik dönemde kesme taşlardan bir duvar örülmüş ve ortasında bir kapı bırakılmış. Kapının hemen yanından da mağaranın çıkışına kadar kayaların oyulması sonucu bir kanal oluşturulmuş. Antik dönemde tüm kent halkının kullandığı su, günümüzde de kentin yıkıntıları üzerinde yaşayan Göçerler’ce hala kullanılmaktadır.
Tetra Frigya’da, nekropole ve kentin hiçbir yerinde
herhengi bir lahde rastlanmaması, anlayamadığım konulardan. Bu büyüklükte bir antik kentte
nekropol olmaması gerçekten çok ilginç. Kentin
tarihini anlamamızı kolaylaştıracak kaya üzerine yazılmış bir kitabesi var ama
okunamayacak kadar yıpranmış. Bu kitabe
okunabilse, belki birçok soru işareti de yanıtlanmış olurdu.
Orta
Torosların zirvesinde, burnumuza türlü türlü çiçeğin, kekiklerin ve
adaçaylarının kokusunun geldiği bu platodan nasıl etkilenmez insan? Hele ki
antik kente gelene kadar çam, sedir ardıç ve katran ağaçlarının, yolunuzun
üzerinde size eşlik etmesi, bu kenti görmeye giderken geçtiğiniz zorlu yolları
size unutturacaktır. Kilikia’nın sarp geçitlerinin
üzerindeki antik kente baktığınız zaman, 6. yüzyıldan günümüze, kentin bütün terk
edilmişliğini görmek üzüntü verici doğrusu. Issızlığın ortasındaki bu antik
kent, günümüzde göçerlerin hayvancılık faaliyetleri için kullanılan bir yayla
özelliği gösteriyor. İyi ki de böyle. Doğanın hayvanlarına sağladığı
otlaklardan faydalanan Göçerler, buranın da adeta koruyucusu olmuşlar. Aksi
halde Anadolu’da yüzlerce antik kentteki gibi, definecilerin talanına uğrayan bir
ören yeri olma talihsizliğinden kurtulamazdı.
Ağustos 2022
Serdar KUŞ
Yorumlar
Yorum Gönder